FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL’İN FİRARİ ŞİİRİNE BAŞKA BİR PENCEREDEN BAKMAK
Arapçadan dilimize giren firari, kaçak, kaçmış kimse anlamındadır. Bu sözcük Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiir severlerin belleğinde yer eden ritmik, duygusal şiirinin de adıdır. Üç birimden (dörtlük-kıta) oluşan şiirin son dörtlüğü şöyledir:
Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine
Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek.
Sen bir âhû gibi dağdan dağa kaçsan da yine
Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek.
Hece ölçüsünün yanı sıra aruz ölçüsü ile de şiirler kaleme alan Çamlıbel, lirik ve epik özellikler taşıyan birçok şiire imza atmıştır. Şiirlerinde bir yandan aşk, özlem, ayrılık vb. bireysel konuları işlerken diğer yandan yurt (memleket) konularına yer vermiştir. Cumhuriyet döneminde aruz ölçüsü ile şiirler yazan şairlerin son temsilcilerindendir. Ne var ki “Yanarım” adlı şiirinde, aruz ile yazdığı şiirlerin kendisinden önce can verdiğini söyler: “Yanarım benden evvel can veren eserime!” Bu söylem doğru bir saptamadır da. Öyle de olmuştur.
Hecenin Beş Şairi olarak bilinen grubun önemli bir üyesidir, Çamlıbel. Öyle ki “Sanat” ve “Çoban Çeşmesi” hece ölçüsü ile kaleme aldığı başarılı şiir örneklerindendir. Toplumcu Gerçekçi ve Garip şiir akımları ile hem aruzla hem de heceyle şiir yazma geleneğinin bir anlamda pabucu dama atılmıştır.
Duygusal, içli bir şairdir, Çamlıbel. Aruzun “fâ i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lün” kalıbıyla yazdığı lirik “Firari” şiirinde, aşk, ayrılık ve özlem temalarını işlemiştir. Değer ve önem verdiği övgüler yağdırdığı sevgilinin kadir kıymet bilmeyerek kendisinden uzaklaşmasını, bir anlamda kaçışını “Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin?” dizesiyle dile getiren Çamlıbel, bir sonraki dörtlükte içinde biriktirdiği derin aşkı ve sevgilinin kendisine yüz vermeyişiyle yaşadığı düş kırıklığını alevli dizelerde gün yüzüne çıkarır.
Bu son dörtlüğe, şiir adına bir başka pencereden, bir başka açıdan bakınca aykırı durumlarla, farklı yorumlarla karşı karşıya kalınır. Şiirin derin izine ve akıcı lirizmine kapılan her yürek, bu aykırı durumları, farklı yorumları ilk okuyuşta fark edemez. Öyle ki birçok şair, saç, kâkül ya da zülüf üzerine güzel şiirler yazmıştır; fakat hiçbir şair saç tellerini yay gibi kuvvetli çelik tellere benzeterek anlatmamıştır. Katı, sert ve soğuktur demir ya da çelik. Saç tellerini bir metale benzeterek anlatma çabası sevgi odaklı şiirde ne derece doğru ve anlamlıdır? Oysaki saç yumuşaktır, sıcaktır; dahası yüzle bütünleşen estetik bir değerdir. Bozkırın tezenesi bu yüzden “Zülüf dökülmüş yüze / Kaşlar yakışmış göze / Usandım bu canımdan / Dert ile geze geze” diye çalıp çağırır. Bu benzetme, daha önce yazılmış şiirler adına bir aykırı durum, bir farklı yorumdur. Örnek mi? İşte Fuzûlî, işte Âşık Hasan.
Şöyle diyor Fuzûlî: Aşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perişanındadır / Kande olsan ey peri gönlüm senin yanındadır. Günümüz diliyle söylersek “Gönül kuşunun yuvası senin perişan, dağınık saçlarının içindedir. Ey peri gibi güzel sevgili! Sen nerede olursan ol (uzakta ya da yakında) gönlüm hep senin yanındadır. Anlatımdaki incelik, yumuşaklık, naziklik öne çıkıyor, ister istemez. Sevgilinin dağınık saçlarda gönül kuşunun yuvası vardır. Kimdir bu gönül kuşu? Öznenin, sevenin, aşığın ta kendisi! Dolayısıyla saçları dağınık da olsa taranmış, örülmüş düzgün de olsa sevgili daima güzeldir. Sevgilinin perişan ya da derli toplu hali, daima, aşığına hoş görünür. Yine aynı gazelin son beytinde, saç ile sümbül arasında ilgi kurar, Fuzûlî: Ey Fuzûlî şem-veş mutlak açılmaz yanmadın / Tâblar kim sünbülünden rişte-i cânındadır. Beyitte yer alan “tâb” sözcüğünün ışık, takat, derman, öfke anlamlarından başka bir anlamı da büklüm ve kıvrımdır. Sözcüğün bu son anlamı ile eğretileme (istiare) yoluyla saçı simgeleyen sümbül arasında sıcak, yumuşak, duygusal bir ilgi kurulur. Sevgilin tâbı yani kıvrım kıvrım saçı mis gibi kokan sümbülle özleşir. Şöyle denilmektedir, beyitte: Ey Fuzûlî! İçindeki iplik (fitil) ile mum arasında ilişki vardır. Fitil yanmayınca mumdan ayrılmaz. Sevgilinin saç kıvrımları da âşık mum gibi yanmayınca can ipliğinden ayrılmaz. Beyitte, saç telleri ile mumun içindeki iplik arasında bir bağ kurularak oradan mum ile âşık arasında kurulan bağlantıya geçilir. Sözün özü, mumun içindeki ince iplik (fitil) sevgiliyi simgeler; mum, aşığı.
Halk şiirinin usta şairi Âşık Hasan, bir güzellemesinde sözü sevgilinin gözü ile saçına getirir:
Elâ gözlü dilberlerin lezzeti
Şeker midir şerbet midir bal mıdır?
Ne dökülmüş ak gerdanın üstüne
Kâkül müdür zülüf müdür tel midir?
Kimi güzellerin karadır gözü, kimi güzellerin ela… Her göz estetik bir değerdir. Neşet Ertaş’ın diliyle söylersek “Tatlı dile güler yüze; aşk ile bakışan göze” doyulur mu? Âşık Hasan’a göre ela gözün tadı, lezzeti; daha açıkçası insan ruhunda yansıması “şeker midir, şerbet midir, bal mıdır?” kestirilmez. Ela ya da kara göz insana mutluluk verir. Yanı sıra bir de ak gerdana dökülmüşse saç “kâkül müdür, zülüf müdür, tel midir” yine kestirilmez! Böylesine içten, estetik bir algısı; sıcak bir yansısı vardır şiir dilinde, saçın. Yıllarca sevgi gözü ile bakılmış sevgiliye; yıllarca gönül gözü ile… Sümbüle benzetilmiş, geceye benzetilmiş saç. Daima övülmüş sevgilinin kâkülü, zülüflü, saçının teli.
Sevgilinin saçını sümbüle benzetir Fuzûlî: Sabâdan gül yüzinde sünbül-i pür-pîç ü tâb oynar. Saba rüzgârının esmesiyle gül yüze dökülen kâkül, sümbül gibi kıvrım kıvrım oynar. Hoş kokulu zarif bir çiçektir sümbül. Kâkülün sümbüle ilişkilendirilmesi, bu narin bitkinin hem görünümü hem de kokusu ile ilgilidir. Sevgilinin saçı yasemin kokar. Görünüşü yasemin benzer; hoş, güzel ve kıymetlidir. Ya Çamlıbel? Gönül gözü ile görüp sevgi gözü ile mi bakmıştır sevgilinin saça, bu şiirde? Öyle olsaydı sevgilin kıvrım kıvrım saçları çeliğe benzetilerek anlatılır mıydı? Çeliğin özünde sertlik, katılık, soğukluk vardır. Sevgili de öyle midir? Parça bütün ilişkisiyle söylersek saç sevgilinin ya da güzelin bir parçasıdır. Saç anlatılırken bir anlamda sevgili ya da güzel de anlatılmış olmaz mı?
Güzel ya da sevgili hem sevgidir hem de özlem. Saç sevgiliyi estetik açıdan bütünler; güzelin daha da güzel görünmesine neden olur. Karacaoğlan “güzel, güzellik ve zülüf” üzerinden seslenir sevgiliye:
Güzel ne güzel olmuşsun
Görülmeyi görülmeyi
Siyah zülfün halkalanmış
Örülmeyi örülmeyi
Bir diğer aykırı söylem dörtlüğün son dizesindedir. Sondan bir önceki dizede, geleneğe bağlı kalınarak sevgili ceylana benzetilmiş. Ne var ki bu estetik söylem son dizede canavara kurban edilmiş: “Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek”… Kuşkusuz aşk, şiirin ana temasıdır. Yıllarca işlenmiş şiirde. Sıcak bir bakış açısı ile sevgili ceylana benzetilirken seven niçin canavara benzetilir? Bu bir çelişki değil mi? Âşık Veysel, sevgiliyi ceylana benzetir; kendisini avcıya. Sonuçta avcı can yakan, can alan, duygusu körlenmiş birisidir. Bir gönül eri, bir sevgi seli olan Veysel, kendi dili ile kendirini tora, tuzağa düşürür mü? Avcı olmak yakışır mı, koca yürekli ozana? Bu ürperti veren soğuk benzetme ilk bakışta Çamlıbel’in canavar benzetmesi ile örtüşür fakat bu doğru değildir; yanıltıcıdır. Veysel’deki avcı- ceylan ilişkisi farklıdır; Çamlıbel’deki canavar-ceylan ilişkisi farklı. Veysel, kullandığı sıcak dille olumsuz bir algıyı olumluya çevirerek durumu kolayca toparlar:
Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı
Avlasam çöllerde saz ile seni,
Bulunmaz dermanı yoktur ilacı
Vursam yaralasam saz ile seni
Masallarda yırtıcı, kan dökücü düşsel bir hayvan olarak betimlenir, canavar; gerçek yaşamda cana kıyan yaban hayvanı, kurt. Zaman içerisinde anlamı genişleyerek acımasız, kötü ruhlu, zalim kimse için kullanılmış bu sözcük. Bu tanımlar üzerinden gidersek seven, bir başka söylemle sevgisinin ardından giden kan dökücü bir canavar olabilir mi? Olursa, kuşkusuz kuzuyu kurt kapar!
Bu benzetme, yerinde ve güzel bir söylem değildir. Yunus Emre’yi Fuzûlî’yi, Karacaoğlanı Yahya Kemal’i ve onların şiirleriyle gelenekselleşen seven-sevilen (âşık-maşuk) çizgisini çok iyi bilen Türkçe sevdalısı, büyük dil ustası, memleketçi ozan Faruk Nafiz Çamlıbel, neden kendini canavara benzetmiştir? Neden sevgisini öfkesinin arkasına itmiştir? Anlamak da zordur, anlatmak da…