ACININ KÜLRENGİ
Acının Külrengi Attila Aşut’un şiir kitabı. Şair kırk yılın şiirlerini (1958-98) toplamış bu kitapta. İmzalayarak bana da gönderme nezaketinde bulunmuş. Girişinde “Attila Aşut’tan Özcan Temel’e içten sevgiyle- Ankara, 23 Haziran 2019” yazıyor. Değer verilmek, ilgi görmek çok güzel bir duygu. Özellikle büyüğüm Attila Bey’e bu inceliğinden ötürü teşekkür ediyorum.
Attila Aşut iyi bir şair olduğu kadar iyi bir yazar. Kıyı dergisinde onca emeği var. Ulusal bir gazetede Türk dili üzerine çok önemli yazılar yazıyor. Dil yanlışları, kavram yanlışları, cümle yanlışları üzerinde titizlikle duruyor. Yanlışları bir bir ortaya koymakla yetinmeyip doğrularını gösteriyor. Yabancı kökenli sözcüklere Türkçe karşılıklar öneriyor. Dilimizin doğru, güzel ve etkili kullanımı konusunda çok titiz! En küçük bir dil yanlışına tahammülü yok! Kuşkusuz dil sevgisi, dil bilinci ağır basıyor her daim.
İnandığı doğruları sözünü sakınmadan söyleyen yapıcı bir dost; emekten, alın terinden, ezilenden, acı çekenden yana koca bir yürek. Bir solukta okudum kitaptaki şiirleri. Etkilendim, düşündüm, duygulandım… Ne yalan söyleyeyim şiir denilince akan sular durur. Şiirin bende her daim ayrı bir yeri var. Kitabın ilk şiirini okuyorum: Sunu. Şiir İlhan Demiraslan’a yazılmış. Trabzon’da yaşadıkları yıllarda bu iki ozanın yoları kesişmiş olmalı ki Aşut, kitabına Demiraslan için yazdığı şiirle başlamayı yeğlemiş. Böylece bir anlamda, sevgisini, saygısını, özlemini, vefasını dile getirmiş Argonot’a:
Bir zenciyle bir argonot
Yaşadı Trabzon’da
Ne özgürlüğü bulabildiler
Ne “Altın Post”u sonunda
On yaşında ilkokul dördüncü sınıf öğrencisiydim, Görele’deki muayenehanesinde İlhan Demiraslan’la karşılaştığımda. Ciddi, ağır başlı, işini seven bir doktor izlenimi bırakmıştı bende. O yıllar şair yönünü bilmiyordum. Daha sonraki yıllarda önemli bir şair olduğunu anladım, okuduklarımdan. Bir argonot olduğunu söylüyordu, şiirinde Demiraslan. Argonotlar “altın post”u aramak için yola çıkan mitolojik kahramanlardı ya Demiraslan? O bir düş peşine koşan argonot değildi. Şiirin“altın post”unu arayan toplumcu bir Argonot. O da emekten, ezilenden yanaydı Aşut gibi. Son yıllarda okuduğum kitapların boş olan son sayfasına kısa değerlendirmeler, notlar düşmeyi alışkanlık haline getirdim. Acının Külrengi’nin de son sayfasında kurşun kalemle aldığım notlar var. Şöyle yazmışım: “Yaralı, acılı bir yürekten damlayan ‘Acının Külrengi’nin dizelerinde akan zaman ırmağında yıkandı gönlüm. İnsanın sıcaklığını, umudunu, özlemini, sevgisini, acısını duyumsadım. Yüreğimde şiirin rengi, acının külrengi”…
Gerçekten de yüreğime sızdı şiirin tınısı, ışığı, gölgesi, sesi, soluğu, kokusu, rengi… Şiirde sözü edilen argonotun biri İlhan Demiraslan, ya diğeri? O da dizelerde:
Büyür kutsal sabahlarda acılar büyür
Büyümeyen maviliklere koşut
Kanamış ak elleri uzamış sakalıyla
Özgürlüğü çağıran bu zenci sensin Aşut,
Yenilmiş çağlarında tutsak sokaklarının.
Özgürlüğü çağıran zencinin kendisi olduğunu söylüyor, Aşut. Yenilmiş çağlar, tutsak sokaklar, büyüyen yalnızlıklar, sevgiye dargın eller her biri bir yürek acısı, bir yürek sızısı… İşte bu yorgun argın zenci “Yaşamak güzel şeydir” türküsünü çağırmak için çırpıyor…
Yuğ denilince eski Türkler gelir usuma. Ta Alp Er Tunga sağusuna giderim. Yakınları ağlar, ağıtlar yakar, övgüler düzermiş ölenin ardı sıra. Buna yuğ töreni denilirmiş. Ağlamak eylemi bu sözcükten türemiş: Yuğ- la- mak. Addan eylem yapan ‘-la’ ekiyle oluşturulan yuğlamak sözcüğü, zamanla sözcük başındaki ‘y’ sesinin düşmesi, ‘u’ sesinin benzeşme yolu ile ‘a’ sesine dönüşmesi ile ağlamak eylemine dönüşmüş. Sagu eski bir şiir türüdür. Divan şiirindeki adı ‘mersiye’ halk şiirindeki adı ağıttır. Alp Er Tunga öldi mü / Issız ajun kaldı mu / Ödlek öçin aldı mu / Emdi yürek yırtılur” dizeleriyle başlayan sagu, ölen yiğit Alp Er Tonga için yapılan yuğ töreninde, katafalkın çevresinde atlarla dönerek ağlayıp sızlayan beylerin yürek sesidir.
Aşut bir anlamda geleneği daha doğrusu eski şiir geleneğini gün yüzüne çıkarmış“Yuğ” adlı şiirinde:
Kara giysilerde küçülür zaman
Tamtamlarda büyük yası ak yordamların
Uzar gömütlerce sabahlara dek
Çılgın ağıtları kör baykuşların
Her bir sözcük yuğ törenlerinin havasına uygun seçilmiş: Kara giysi, küçülen zaman, büyük yas, çılgın ağıtlar, kör baykuşlar… Yuğ törenleri sıgıtçılar günümüz diliyle ağlayıcılar yoluyla çağları aşarak günümüze ulaşabilmiş eski bir gelenek. Kazakistan Almaata’da, 2006 yılında ölen tanıdığımız, sevdiğimiz bir genç kızın evine gitmek için arkadaşlarla yola çıktık. Eve on, on beş metre yaklaştığımızda delikanlı, orta yaşlı bir grup insan ağlayarak, bağıra bağıra ağıtlar yakarak karşıladı, bizi. Öyle içten ağlayıp söyleyip çırpınıyorlardı ki ölüm acısını ta yüreğimizde duyumsuyorduk. Evin avlusuna girinceye kadar sürdü bu seremoni. Sonra sesler kesildi. Arkadaşları bilmem ama ben çok etkilenmiş, çok şaşırmıştım. Kadınlar odalarda sessizce oturuyorlardı, erkekler bağrışa çağrışa ağlaşıyorlardı! Bizim cenaze geleneklerimizde tanık olmadığım bir durum! Cenaze evden çıkana kadar her eve yaklaşan grup böyle karşılandı. Bizim yöremizde sıgıtçılar yani ağlayıcılar erkekler değil kadınlar. Burada tam tersi! O günler geldi geçti gözlerimin önünden; bir de Cemal Süreyya’nın “Her ölüm erken ölümdür” dizesinin yer aldığı ‘Üstü Kalsın’ şiiri.
Kitabın adını taşıyan “Acının Külrengi” şiiri başlı başına bir ağıt. Elektrik direğinde çarpılan ve cesedi tellere yapışan bir işçinin şiiri, bu:
Bu dünya kurtlar sofrası
Yeşil ölüm düşmüş bizim de payımıza
“Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”
Çağdaş Prometheusl’ar olmasa.
Dizelerde iki devrimci şaire gönderme yapılmış. İlki Nazım Hikmet, ikincisi Tevfik Fikret. Nazım Hikmet “Ben yanmasan / sen yanmasan / biz yanmasak / nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” diyor; Ahmet Muhip Dıranas’ın Türkçeye çevirdiği ‘Promete’ şiirinde Tevfik Fikret “Yüklen getir – ne varsa – biraz miskinliği yıkan/ Bir parça ruhu, benliği, idraki besleyen / Güç veren ürünlerini: boş durmasın elin. /Gör daima önünde o ilkel masalların /Gökten deha ateşini çalan kahramanını…/ Varsın bulunmasın bilecek nam ve şanını!’…
Devrimci bir ruhla yazılmış dizeler:
Çekerek iletim hatlarını
İp cambazı gibi bir direkten bir direğe
Taşırız aydınlığı
Bir yürekten bir yüreğe
Adadık kendimizi insan kardeşlerimize
Kömür olduk tellerde, kül olduk
Savrulduk Zap Suyu’ndan Asi Irmağı’na
Taşımak için çoban ateşlerini
Karanlığın dağlarına
Gökten ateşi çalıp insanlığın hizmetine veren Prometheus, mitolojik bir simgedir. İnsanlık için kendini feda etmiştir. Aydınlık aklın ve bilimin gücünü, gelecekteki güzel günleri, çağdaşlığı, uygarlığı simgelerken karanlık tam bunun tersini, geri kalmışlığı, bilgisizliği, tutuculuğu, miskinliği simgeler. Karanlığı aydınlığa çıkarmak insanlığın önünü açmak yanmakla, gerektiğinde kendini insanlığa adamakla olasıdır. Çarpılan işçi de aynı dili konuşuyor: Adadık kendimizi insan kardeşlerimize / Taşımak için çoban ateşlerini karanlın dağlarına. Dizeler yer yer anımsatmalarla (telmih) kurgulanmış, çağrışımlarla, simgelerle örülmüş. Bir ağıt edasından çok bir yurtsever kahraman havası seziliyor. Şöyle tamamlanıyor şiir: “Ne adı anılacak bundan böyle / Ne dillere düşecek öyküsü / Ama söylenecek çağlar boyu / Prometheus’un öyküsü”. Devrimci insanlar insanlığa hizmette, ‘adım, şanım kalsın’ düşüncesi ile hareket etmezler!
Bir başka sayfada “Şiirin Rengi” ne yer veriyor, Aşut:
De bana şiirin rengi nedir?
-Neyse umudun, sevincin, sevdanın…
Yaşamın rengidir yani şiir;
Pembenin, beyazın, karanın…
Yine de bir rengi olmalı her ozanın
Eleştirmenler toplumcu ya da bireyci olarak tanımlarlar, ozanları. Şiir eleştirilerini bu şablon üzerine yaparlar. Bireyciler içe dönüktür; kendi iç dünyalarını yansıtırlar dizelerine. Toplumcular dışa dönüktür; dış dünya ile ilgilenirler. Tolumun sıkıntılarını, sorunlarını, acılarını, duygularını yansıtırlar. Savaşımcı bir karakteri vardır, toplumcu şairlerin. Özgürlükten, eşitlikten, kardeşlikten, haktan, adaletten yana söylerler türkülerini… Bireyin değil toplumun mutluğudur odak noktaları. Şair böyle olunca şiir de böyle olur. Yılmaz, yorulmaz toplumcu şairler, zulüm zincirlerini kırmak için umut aşılar, daim. Dolayısıyla her toplumcu şairin de kendine özgü bir şiir anlayışı, algısı, mantığı söz konusudur. Sözcükleri yoğurur, biçimlendirir ve sunarlar.
Aşut’un diliyle söylersek her ozanın bir rengi olmalıdır; saydamlaştırmak için acıları. Şiir yaşamın rengidir. Ozanların rengi nedir? Bunun yanıtı Aşut’un dizelerinde: Özgürlüğün bahçesinde duru bir gök mavisidir, Dağlarca. Dağların ferman dinlemez rengidir Ruhi Su, sabır ve direnci türkülere döker. Umuttur, erinçtir Anadolu bozkırında “Yeşeren Otlar” gibidir Külebi. Her daim “Bağımsızlık Gülü”nün rengidir Kansu. “Kapalı Çarşı”nın kapalı kutusudur Necatigil, yitik düşler, gizli sevdalar söyler. Sığındığı ebruli kıyılarda “Acının Uçları”nı yaşayıp ölen ve ölümün rengi olandır Demiraslan. Kan kırmızı bir yürektir Hasan Hüseyin. “Lacivert Ozan”dır Yaşar Meriç, gurbeti yorgan gibi sırtında taşır. Hüzün ve isyanın rengidir Ahmet Telli; yalnızlığın rengidir Metin Altıok. Aydınlık ve diri, gelecek günler gibi bol güneşlidir Nazım Hikmet’in şiiri… Son noktayı koyar, Aşut:
Sestir, tattır, kokudur ya
Daha çok renktir şiir
Yaşamın peykesinde.
Şiirin gökkuşağı
Ozanın heybesinde
Renklerin dili vardır. Kuşkusuz şiir de bir renktir… Ozan heybesindeki gökkuşağından istediği rengi alıp şiirleştirir. Bu şair olmanın bir gereğidir. Renksiz, kokusuz, tatsız şiiri düşünmek bile istemem. Yavandır böyle şiirler, heyecansızdır. Okuyanda iz bırakmaz. Aşut’un şiirlerine başarıyla kurgulanmış renklerin izdüşümlerine tanık oldum.
Hikmet Çetinkaya “Attila Aşut, ‘acının şiiri’ni yazıyor Acının Külrengi kitabında… Acının Külrengi emekten, emekçiden, ezilenden yana olan hepimizin rengi değil midir?” çıkarımında bulunuyor. Evet, emeğin, emekçinin, ezilenin şiirini yazmış Aşut. Doğal bir dil kullanmış dizelerde. Arı, duru Türkçe akıyor, ırmak güzelliğinde. Bağdaştırmalar, göndermeler, benzetmeler, eğretilemeler… Her biri yalın ve taze; her biri özgün! Akıyor dizeler şiirin yatağında. Acının, emeğin, emekçinin, özgürlüğün dili oluyor. Halkçı, toplumcu şiirin ne önünde ne de arkasında; tam ortasında Acının Külrengi. Yalnızlığın, ezilmişliğin sarmalında özgürlüğün, sabrın ve umudun sesi, soluğu olmak için çırpınıyor dizeler. Her birinde direnç var, emek var dahası sevgi var, seven yürek var sabrın gülünü sulayan sevgili var:
Irmaklar çoğalır gözlerimde
Soluğum eritir dağları
Sen kuşanıp sevgiyi
Düşünce yola.
Çıkıp geleceğim karanlık dehlizlerden
Kırarak bileklerimdeki zincirleri
Sen başını dik tut sevgilim
Sabrın gülünü sula
Çocukluğu, gençliği yaralı, uzun yol yorgunu bir ozan mutluluk şiiri yazabilir mi? Dizelerde mutluluğun resmini çizebilir mi? Yanıt yine Aşut’tan geliyor: Şiirim yaralıdır / Çünkü yaralıdır yurdum. Yurt yaralıyken mutluluk şiiri yazmak doğru olmaz! Bu yüzden oldukça karamsar bir tablo çiziyor ozan, kitabının son şiirinde: Ölenler niye öldü? Biz niye hayattayız? Bunun yanıtını arıyor bir anlamda. Soruyor, sorguluyor. Her şey yaralıdır, gençlik, umutlar, ömür…
Köprüleri attım
Gemileri yaktım
Atları vurdum
Gençliğim, umudum yaralıdır.
Karanlık bir kuyudayım
Kovam boş /
Su çekmiyor çıkrığım
Yaralı bir ömrün ortasında
Kanıyor şiirim, yurdum.
Yalnız kendisi değildir yaralı, acılı olan “Gözlerinde ceylanlar gezinen; heybesinde menekşeli acılar” olan kadın/lar da yaralıdır… Belki de bu nedenle kitaba “Acının Külrengi” adını vermeyi yeğlemiştir, Aşut. Raif Özben “Aşut’un bu yapıtındaki şiirleri ‘acı’ kaynaklıdır, acının külrengi ışığı altındadır” derken yerinde bir çıkarımda bulunur. Bu çıkarım doğru fakat eksiktir. Acı kadar direnç de vardır, umut da vardır dizelerinde. Aşut bir savaşımcı ozanıdır da…