BILDIRCIN
Havalanıyorlar engin ufkundan denizin
Uçuyorlar yorgun kanatlarını çırparak
Umuda tutuşmuşlar yükselirken kesin
Kilitlenmişler sılaya gece demeksizin…
Rahatsızdı, Aydın Karaahmetoğlu hoca. Vefatından kısa bir süre önce, vat saptan, “Bıldırcın” adlı şiirini gönderdi, bana. İmzalamış, bir de tarih atmıştı: 15.08.2020. Duygusal bir kişiliği vardı, şiire, daha doğrusu Fransız sembolist şairlerin şiirlerine özel ilgisi ve sevgisi vardı. Belli ki bu akımın etkisiyle kaleme aldığı beş birimden (kıta) oluşan şiirin ilk bölümünde engin ufuklardan yorgun kanatlarını çırparak akın akın gelen sılaya kilitlenmiş bıldırcınlar…
Her ne kadar evcilleştirilmiş olanları varsa da eti ve yumurtası yenilen sülün türü göçmen bir kuştur, bıldırcın. Her yıl, miladi takvime göre ağustos ayının ikinci haftasında küçük ayeser; üçüncü haftasında büyük ayeser yağmurları başlar. Miladi takvimle aralarında on üç gün fark olan halk takviminde (gocakarı), çürük ay, çürüklük ayı, harman ayı da denilmektedir, ağustos on dördünde başlayıp eylülün on üçüne uzanan bu aya. Havaların soğumaya başladığı, rüzgârlı, fırtınalı, yağışlı günlerin geldiği güz mevsimin habercisidir, bu ay.
İşte tam da bu dönemde, her yıl, kuzeyden yola çıkıp denizi aşarak Doğu Karadeniz kıyılarına düşer bıldırcınlar. Yorgundurlar, Islanmış kanatları uçmalarını zorlaştırır. Bir iki hafta konakladıkları kıyı şeridinde hem dinlenir hem de uçmak için güç toplarlar. Güzle birlikte uzayan, gürleşen otların arasına gizlenir, otların uçlarındaki tohumları gagalayıp yerler. Yırtıcı değil, sevimli ve uysaldırlar…
Çocukluğumuzda, ilk gençlik yılarımızda, bir elinde fileli kepçe diğer elinde lüks lambası bıldırcın avına çıkarlardı büyüklerimiz. Ardı sıra biz de giderdik… Lüks ışığının etkisiyle gözleri kamaşan bıldırcın kımıldayamaz, başına geçirilen kepçe ile kolayca yakalanırdı. Üç beş bıldırcından yakalanınca av sonlandırılırdı. Bir başka söylemle kıyım yapılmazdı. Daha sonraki yıllarda denizden karaya açılan dar vadilere gerilen eski balık ağlarıyla, uzun saplı kepçeyle ve diğer avlama yöntemleriyle bıldırcın avlamak yasaklandı. Çok da iyi oldu. Bir anlamda bu ürkek, yorgun, masum kuşlar acımasız ellerin kıyımından kurtarıldı. Öyle ki açgözlü, bencil insanlar, acımadan onlarca bıldırcını tuzaklara düşürüp pazarda satarak kolay para kazanmanın yolunu bulmuştu. Aydın hocam ikinci dörtlükte sözü yine bıldırcınlar getirir:
Yağmur, rüzgâr, alacakaranlık, kara bulut
Sararken gökyüzünü uçuyorlar artarak
Doluyor küçük kalplerine yeşeren umut
Söylenmez onlara yolunu terk ya da unut.
Yağmur, rüzgâr, kara bulutlar, alacakaranlık… Böylesine çetin, zor koşullarda uzun bir umut yolculuğuna çıkar, bıldırcınlar. Bu, bir umudu büyütme, ayakta kalma, geleceğe uzanma, yaşama mücadelesidir. İnsan da böyle değil midir? İnsanın yaşam döngüsü de zor ve çetin değil midir? Bizler içimizdeki umudu yeşertmek için çalışıp didinmiyor muyuz? Ne diyordu, “İzler” şiirinde Tevfik Fikret: “Yürürdüm biraz güç, biraz bî-huzûr (huzursuz) / Dikenlik, çetin, taşlı bir sahadan / Önüm bir yokuş, hep çakıl, hep diken / Yürürdüm fakat ben muannit, sabur (İnatla, sabırla)”… Hiçbir hayat kolay değildir. Büyük şairin de söylediği gibi bu çakıllı, dikenli, çetin, yokuş yolda sabırla, inatla yürünerek öne çıkan engeller bir bir aşılır. Tevfik Fikret’in “Zelzele” şiirinde yine yaşam mücadelesine bir başka açıdan yaklaşır: Hayatı dev-i hakikatle (gerçeğin devi) çarpışan kazanır! Bıldırcınların küçük kalplerinde yeşeren umut, insanı yarınlara taşıyan umutla benzerlik gösterir. “Sıla yolları” söylemi yaşamı, yarınları simgelenir. Bu yol umutla, kararlılıkla, kendine güvenle, inanla aşılır, ancak. Umut olmasa, yaşama sevinci olmasa zorluklar, engeller aşılabilir mi? Kalpte yeşeren umut tohumları yarınlarda ulu bir çınara dönüşebilir mi? Sıla yolları çetin ve uzak olsa da kapkara bulutları aşarak; engel ve tuzak tanımayarak bir kısrak gibi koşarlar, bıldırcınlar:
Sıla yolları olsa da çok çetin ve uzak
Gidiyorlardı kapkara bulutları aşarak
Ne berbat bir engel tanıyorlar ne de tuzak!
Koşuyorlar altlarında var sanki bir kısrak
Yahya Kemal, “Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar! / İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar” dizeleriyle bitirir, “Deniz Türküsü” şiirini. Kuşkusuz, insanları hür maviliğin bittiği yere götüren itici duygu merak, hayal (düş) ve umuttur. İnsan asla ve asla umudunu yitirmemeli; hür maviliğin bittiği yere ve onun da ötesine kararlılıkla, inatla, sabırla yürümeli… Engeller ancak böyle bir ruh hali ile aşılabilir. Sonuçta bıldırcınların gece yolculuğu, gökyüzünde diğer yıldızlar sönüp sabaha karşı Çoban Yıldızı parlayınca umuda evrilir. Sılaya daha da yakın olduklarını anlarlar. Bu yol gösterici, umut verici parlak yıldızın bir diğer adı, Venüs’tür. Eski Yunan mitolojisinde güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit’in simgesidir, Çoban Yıldızı.
Karanlığın ufkunda belirince bir yıldız
Fırtınalar olur onlara sadece ırak
Çoban Yıldızı kalınca gökyüzünde yalnız
Derler sabah oldu şimdi sılaya yakınız
İyi bir gözlemcidir, Karaahmetoğlu. Gözlemlerini duygu imbiğinden süzerek dizelere döker. Bıldırcınlar daha çok sabahın sesiz aydınlığında inerler, karaya. Bir sel gibi akar yorgun, susuz, aç bıldırcın sürüleri… Otların arasında gizlenirler. Bir tehlike anında kısa uçuşlar yaparak yer değiştirirler… Ürkek, sevimli, masum kuşlardır. Kurulmuş saat gibi yaşam döngüsünü tamamlamak için her yıl, uzun yolculuklara çıkarlar. Dostları da düşmanları da çoktur. Kediler, av köpekleri, yırtıcı kuşlar, acımasız insanlar… Biri can kaygısındadır, diğeri et derdinde… Çise, rüzgâr, iri damlalar derken bulutların arasından göz kırpar, güneş. Önce göğe yükselir ak bulutlar, sonra ağır ağır uzaklaşır, semadan. Masmavi göğün altında pırıl pırıl bir gün başlar… Huzur yumuşak, sıcak bir eldir, hüzün yanaklardan süzülen iri damlalar… İşte böyle bir mevsimdir, güz. Umut, sevgi, düş, özlem… Düşlediği, özlem duyduğu beldelere ulaşmak için umuda kanat çarpar, her bir güvercin. Bizler de öyle değil miyiz? İnsanız, doğduğumuz yerde değil doyduğumuz yerde yaşarız. Bizler de umuda kanat çırparız. Bıldırcınlar da bu yolu seçerler; ayakta kalmak, yaşama tutunmak için kilometrelerce yol kat ederler.
Sessiz aydınlığında sabahın iner sel sel
Bıldırcınlar bulutlu gökyüzünden akarak
Dokunmaz onlara ne bir doğan ne bir el
Dinlenirler tarlalarda eserken karayel.
Bıldırcınların yaşam döngüsü, insanın da yaşam döngüsüdür; dahası tüm canlıların da… Ben, bıldırcınlarla güvercinler arasında duygusal bir bağ kurmaya çalışırım. Her iki kuş türünün de benzerlikleri çoktur: Cana yakın, yumuşak, uysal, sevimli… “Bıldırcın” şiirinin dizeleri beni “Sebil ve Güvercinler” şiirinin sıcak, içten, duygulu halesine çeker. Ne diyor üstat Ziya Osman Saba:
Çözülen bir demetten indiler birer birer,
Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun.
Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun,
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler…
Nihayetsiz çöllerin üstünden hep beraber
Geçerken bulmadılar ne bir ot ne bir yosun,
Ürkmeden su içsinler yavaşça, susun, susun!
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler…
En son şarkılarını dağıtarak rüzgâra,
Beyaz boyunlarını uzattılar taslara…
Bir damla suya hasret gideceklermiş meğer.
Şimdi bomboş sebilden serviler bir şey sorar,
Hatırlatır uzayan dem çekişleri rüzgâr
Mermer basamaklarda uçuşur beyaz tüyler.
İki şiirin de dizelerinde, imlik imlik sevgi, merhamet ve acıma duyguları örülmüş… İki şiirde de iki kuş türünün yaşam döngüsü… Birinde denizin engin ufuklarından yorgun kanatlarını çırparak sılaya uçan bıldırcınlar; diğerinde çözülen demetten birer birer sebile inen yorgun başlı güvercinler… Birinde bıldırcınların küçücük kalplerinde yeşeren umutlar diğerinde güvercinlerin ruhlarını tutuşturan özlem…
Her iki şiir de sembolizm şiir akımından izler taşıyor. Her iki şiir de yaşam kavgasının, yaşama sevgisinin, ışığın, umudun, özlemin, yarınların dilidir. Biri pamuk ipliği ile dokunmuş diğeri yün ipliğiyle…