BIRAK BENİ HAYKIRAYIM
Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et;
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.
Bu dizeler, Ulusal (milli) Edebiyat dönemi şiirinin önemli şairi Mehmet Emin Yurdakul’un (1869-1944) kaleminden çıkmıştır. Döneme damgasını vuran diğer ünlü bir şair de Ziya Gökalp’tir. Bu dönem şairleri Türkçeyi yabancı dillerin etkisinden kurtarma düşüncesine öncülük etmiş; yalın (sade) bir dille ve hece ölçüsüyle ulusal duyguları, Anadolu’yu ve Anadolu insanını dile getiren şiirler yazmıştır. Bırak Beni Haykırayım, bu dönemin şiir anlayışını yansıtan siyah- beyaz bir fotoğraftır, aslında. Çok kıymetlidir. Baktıkça derinleşir, genişler…
Şiir, “haykırmak ve susmak” sözcükleri üzerine kurgulanmıştır. Susmak boyun bükmek, sessiz kalmak, ilgilenmemek, rıza göstermek, kabullenmek dahası konuşmamaktır; ya haykırmak? Sözlüklerde “telaş, şikâyet vb. nedenlerle yüksek sesle bağırmak; çağırmak, seslenmek” olarak verilir, karşılığı. Bir başka söylemle, sesini başkalarına duyurmaktır. Susmamak, boyun bükmemek, ilgisiz kalmamak, rıza göstermemek, gerçekleri dile getirmektir. Susmak sinmekle, korkmakla bağlantılıdır; haykırmak kararlılıkla, direnç göstermekle… Nazım Hikmet’in diliyle söylersek susmamak, toplumun sorunlarını, sıkıntılarını, beklentilerini dile getirmek için haykırmaktır; gerekirse yanmaktır; böylece karanlıkları aydınlığa çıkarmaktır. “Dert çok / Hemdert yok / Yüreklerin kulakları sağır / Hava kursun gibi ağır… Böyle sesleniyor “Kerem Gibi” şiirinde, Nazım. Ve ardından haykırıyor:
Ben yanmasam,
Sen yanmasan,
Biz yanmasak,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…
Şiirde geçen “dert çok, hemdert yok” söylemi, 16. Yüzyıl Divan şairi Fuzuli’nin ‘…ûn’ uyaklı gazelinin giriş beytini anımsatıyor: “Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn / Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tâli’ zebun”… Daha öncesi olan, yaşadığı yıllardan günümüze süregelen bir olguyu dile getiriyor, Fuzuli: Dost vefasız, yazgı acımasız, dünya çalkantılı, huzursuz! Dert çok, dertleri, sıkıntıları paylaşacak yok. Düşman güçlü, yazgı dilsiz…
Dar anlamda ozanları geniş anlamda yazarları, düşünürleri, gazetecileri, medyası, sivil toplum örgütleri susan ya da susturulan bir toplum nasıl karanlıklardan aydınlığa çıkabilir? Tanzimat yıllarında, halkı uyandırmaya, bilinçlendirmeye yönelik düşünceleri hoş karşılanmayıp yönetim tarafından İstanbul’dan uzaklaştırılan, sürgünlere gönderilen, zindanlara kapatılan vatan ve özgürlük şairi Namık Kemal sustu mu? Hayır! Hürriyet Kasidesinde, “Bârika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” yani, gerçeklerin ışığı düşüncelerin çarpışmasından doğar diyerek, daha bir güçlü haykırdı.
Tam da bunun üzerinden yola çıkar, Yurdakul. Üçlüklerle yazılan dört birimden oluşur, şiir. İlk birimde kardeşlik, özgürlük, eşitlik, yoksulluk duygularına yer verilir, ikinci birimde baskıya, haksızlığa, zulme uğrayanlardan söz edilir. Yurdakul, “Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum” dizesiyle haykırır öfkesini ve devamında ”Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez /Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez” diyerek, bu uğurda göstereceği dirence, kararlılığa vurgu yapar.
Dizelerden, ozanların görevinin halkın sesini duyurmak; haksızlığa uğrayan, hor görülen insanların yanında olmak, halkı bilinçlendirmek ve aydınlatmak olduğunu çıkarabiliriz. Öyledir de. Yurdakul, şairleri susan bir milleti öksüz çocuğa benzetir. Öksüz yani annesiz çocuk! Ne kadar yerinde bir saptama değil mi?
Şiirde, Divan şairlerine yönelik üstü kapalı bir eleştirel gönderme yapıldığı sezilir. Şöyle ki yüzyıllarca, süslü, sanatlı, ağdalı bir dille daha çok “gül – bülbül” eksenli bireysel aşk duygularını işlemiş Divan şairleri. Halkın sorunlarına değinmemiş. Fuzuli’nin beyti yanıltıcı olmasın. Beyitte dile getirilen dert, aşktır; aşkın çilesidir, sıkıntısıdır. Hemdert yok söylemiyle dertleşecek insanların yokluğundan söz edilir. Şiirde yer alan düşman, nefistir. Güçsüz ve zayıf olan yazgı, güçlü olan nefsi alt edemez. Örnek mi? O kadar çok ki… İşte bunlardan biri; ünlü divan şairi Nedim: “Sen gülersin gül gibi, ben bülbül-i nâlânınam / Mest-i medhûş-i temâşây-ı leb-i handânınam” Günümüz diliyle “Sen gül gibi gülüyorsun; ben senin inleyen bülbülünüm. Gülen dudağını seyretmekten başı dönen bir sarhoşum” diyor, Nedim. Bu konuda bir başka Divan şairi Necati’nin, “Ey sevgili, her gece senin özleminle yanıp tutuşan goncanın bağrı kan oldu. Bülbül gülün dikenine yaslanıp ağladı, çırpındı, feryat etti” diyerek gül- bülbül simgesi ile bütünleşen aşık – maşuk ya da seven – sevilen ilişkisini dile getiren beyit şöyledir: Hasretünden her gice kan oldı bagrı goncanun / Gül diken yaṣdandı bülbül âh ü feryâd eyledi.
Tanzimat edebiyatının birinci dönemi ile divan edebiyatında işlenen bireysel konulu şiirlerden uzaklaşılıp “hak, hukuk, yasa; akıl, adalet; yurt, ulus, özgürlük” kavramlarının işlendiği toplumsal konulu şiirlere geçiş yapılır. Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa bu değişimin öncü ozanlarıdır. Bu dönemde, düşüncenin önemine vurgu yapan Namık Kemal, baskı, zulüm ve adaletsizlikle özgürlük düşüncesini yok edilemeyeceğini haykırır: “Ne mümkün zulm ile bidad ile imhâ-yi hürriyet / Çalış idrâki kaldir muktedirsen âdemiyetten”… Can, mal ve namus güvenliği kalplerin ışığıdır; adaletin fanusu insanları sitem rüzgârlarından, yani her türlü baskı, yıldırma ve zorbalıktan korur diye seslenir, Şinasi: Şem’idir kalbimizin can ile mal u nâmus / Hıfz için bâd-ı sitemden olur adlin fânus…
Şiirdeki bu toplumcu, halkçı değişim, ll. Tanzimat döneminde sessizliğe bürünür; Edebiyat-ı Cedide döneminde gölgelenirse de Ulusal (milli) Edebiyat dönemi ile yeniden canlanır, hareketlenir. Şairlerin, geniş anlamda yazar, çizer ve düşünürlerin toplumu haberlerle buluşturma, bilgilendirme, bilinçlendirme, toplumun sesi olma görevleri vardır. Yurdakul’un diliyle söylersek bunun adı haykırmaktır. Yine Yurdakul’un söylediği gibi zaman zaman “sert bakışlı bir göz, ağır bir yumruk” haykırmak isteyenleri susturmak için çeşitli baskılar uygulayabilir. Sonuçta düşünürler, şairler, yazarlar, gazeteciler sürgün edilebilir, cezaevlerine tıkılabilir. Kanıt mı? Namık Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Ziya Gökalp, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Faruk Nafiz Çamlıbel, Can Yücel, Aziz Nesin… Sonuçta baskılar da bir gün biter. Öyle de olmuştur. Fakat çekilen acılar, rutubetli ortamlarda geçen sıkıntılı yıllar belleklere kazınır; anı olur, öykü olur, roman olur, şiir olur anlatılır. Asla unutulmaz. Sinop Cezaevi’nde yatan Sebahattin Ali’nin kaleminden çıkan “Aldırma Gönül Aldırma” adlı şiir, türküye dönüşerek gönüllere yer etmiştir: Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül, aldırma… Öyle ki kendisine yapılan haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, zulme karşı dik duran, başını öne eğmeyen bir ozanın sesi, simgesi olan bu türkü beni, Köroğlu’na, Dadaloğlu’na götürür… Bir yandan isyan bayrağını çekip dağlara çıkan Köroğlu’nun Bolu Beyi’ne meydan okuyuşunun kararlı duruşunu, coşkusunu duyumsarım diğer yandan Dadaloğlu’nun padişaha başkaldırışını, karşı koyuşunu…
Kuşkusuz, haykırmak toplumun dertlerini, çilelerini, acılarını, sıkıntılarını dile getirmek, toplumun gözü, kulağı, sesi olmaktır. Yasaklar koyarak, baskılar uygulayarak bir süreliğine engellense de hiçbir düşünce susturulamaz. Hiçbir baskı “haykırma” eylemine engel olamadı, olamaz da…
Nazım Hikmet, “Hani şimdi biz haykırırız / Cevap: / Açılır kara kaplı kitap; Zindan” dizelerinde haykırmanın bir bedeli olduğunu dile getirir. Bu bedel, çoğu kez zindan yani cezaevidir. Şairi, yazarı, gazetecisi, düşünürü bedel ödemekten kaçınan her toplum, kolayca susturulan, sindirilen bir yığın haline dönüşür. Yurdakul’un diliyle söylersek sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibi çaresiz kalır. Şair, yazar, gazeteci ve düşünürlerin görevi, toplumu bilgilendirmek, aydınlatmak, uyandırmak, yol göstermek böylece toplumu aydınlık geleceğe hazırlamaktır. Bunun ozanların dilindeki simgesel söylemi haykırmaktır. Nazım Hikmet’in dili ile söylersek güzel günler, güneşli günler görmek için motorları maviliklere sürmenin düşlerini kurmaktır.
Ne yazık ki günümüzde, bir kurum eliyle özellikle muhalif televizyonları sindirmek, seslerini kesmek amaçlı baskılar uygulanıyor. Para cezaları kesiliyor, programlar durduruluyor, dahası ekranlar karartılıyor… Böylece halkın haber alma, aydınlanma özgürlüğüne engel olunmak isteniyor. Her seferinde halkın desteği ile bu yıldırma, bezdirme, hizaya getirme çabaları boşa çıkarılıyor. Tarihi süreç içinde hep doğrular ve doğrulardan yana olan haklı çıktı. Otuz üç yıl istibdatla devleti yöneten Sultan Abdülhamit, şairlerin, yazarların, düşünürlerin sesini kısmaya çalıştı da başarılı olabildi mi? Hayır! Bir dönem kitaplarda, gazetelerde, dergilerde yıldız, burun; eşitlik, vatan, millet, özgürlük, cumhuriyet sözcüklerine yer verilemedi. Sonrası, sultan gitti, yasaklar bitti; vatan, millet, özgürlük ve cumhuriyet sözcükleri yeniden gün yüzüne çıktı…
Namık Kemal’in söylediği gibi “imha-yı hürriyet” yani özgürlük düşüncesini yok etmeden medyayı yıldırmak, televizyon kanallarını susturmak boş bir çabadan öteye geçemez. Özgürlük, düşünmekle ilgilidir. Haykırmanın sigortası düşünmektir. İnsanların beynini yok etmeden, insanları mankurtlaştırmadan düşünceyi, düşünen beyinleri yok edemez. Bu, günümüzde hiç olası değil.