CAN AKENGİN’DE ÖLÜM TEMASI
Daha çocukluk yıllarımda, omuza alınan, eller üstünde taşınan üzeri yeşil örtülü tabutların ardı sıra ağıtlar yakıp, ağlayan, feryat eden insanları görünce içim burkulur, derin bir hüzün duygusuna kapılırdım. Ölümün soğuk yüzünü tüm bedenimde duyumsardım. O gün bu gün ne zaman bir cenaze görsem hep aynı duygulara kapılıyorum.
Lise yıllarında, edebiyat kitabımızda yer alan Recai Mahmut Ekrem’in “Ah Nijat” şiiri o gün bu gün beni, “ölüm” gerçeğinin karanlık izbesine iter: Hasret beni cayır cayır yakarken / Bedenimde buzdan bir el yürüyor”… Hele ki genç ölümler bir başka derin acıdır, iç yangınıdır, gözyaşıdır, özlemdir… Yiğit iken ölenler, Yunus Emre’nin içini yakar, özünü göynütür : “ Bu dünyada bir nesneye / Yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere / Göğ (gök) ekini biçmiş gibi”… Bu dörtlük ne zaman usuma düşse benim de içim sızlar. “Oğul” adlı ağıt türkü başlı başına bir iç yangınıdır, bende; dinlerken gözyaşlarım içime akar. Şöyle başlar ağıt türkü: “Gömdüm oğul seni toprağa gömdüm / Kanlı gözyaşımla pınara döndüm / Tabutun üstünde dirildim öldüm / Seni vuran eller kırılsın oğul”…
Şiirimizde, çokça işlenen bir temadır, ölüm. Düşüncesiyle, korkusuyla, kaygısıyla, acısıyla, sızısıyla, özlemiyle nice şairin dizelerde yer bulmuştur. Kimisi “Her mihnetin kabulüm yeter ki / Gün eksilmesin penceremden” demiştir; kimisi “Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor”; kimi “ Her ölüm erken ölümdür”…
Can Akengin veremden ölen nişanlısının içine düşürdüğü ateşi, yangını kaleme aldığı dizelere dökmüş; ağıt şiire dönüştürmüş yüreğinde duyumsadığı derin acıyı… Ölümün soğuk yüzü kadar soğuktur korkusu, kaygısı, sızısı, acısı… Ölüm gerçeği ile tanışan Can Akengin “Son Yalvarış” şiirinde, Karagöl’e seslenir:
Sen her derde deva bulan bir gölsün!
Şefaat et bana dertlerim ölsün!
Yemyeşil Bursa’da yatan yâr gibi
Başını bekleyip duran kar gibi,
O da vefalıydı o da beyazdı
Misli menendi hiç, hiç bulunmazdı.
Eritti yavruyu ince hastalık
Ben bir sefil oldum, bak ben bir alık,
Sürünür gezerim ıssız dünyada
Bir dakikam yok ki gelmesin yâda…
Şiirde, Bursa’da yatan yâr ile Karagöl arasında gidip gelir, Akengin. Başından kar eksik olmayan Karagöl nişanlısını anımsatır, şaire. Nişanlısı da Karagöl gibi vefalıdır, beyazdır; nişanlısının da Karagöl gibi eşi ve benzeri yoktur. Yakalandığı ince hastalık nişanlısını gün gün eritip yok etmiştir. Ölüm Akengin’i bir alık, bir sefil durumuna düşürmüş; ıssız dünyada her dakika nişanlısını anarak çaresizce gezip dolaşmaktadır. Daha doğrusu sürünmektedir. Yaşamak kendisi için anlamsızdır, artık. Yine, yüce başını bulutlar saran Karagöl’e seslenir: Allah’la şüphesiz iyidir aran / Söyle de gönülden yanıp yalvaran / Çaresizlere zulmetmekten bıksın / Yoksa şu cehennem dünyayı yıksın / Hayır, bu “Can” çıksın, “Ah!”, bu can çıksın”…
Son dizede, iki kez kullanılmış “can çıksın”. İlkinde kendi adından yola çıkarak, Akengin ölsün diyor; ikincisinde ‘canı çıkmak’ deyimini kullanarak ölmek istediğini dile getiriyor. Şiirde nişanlısı için kullandığı “beyazdı” söylemi önemli bir kavramdır. Saflığın, duruluğun, temizliğin, asaletin simgesidir, beyaz. Huzur ve güven veren bir renktir. Bu yolla nişanlısının kişisel ve ruhsal özelliklerine vurgu yapmak ister Akengin. Buradaki bir başka kavram da “ıssız dünya”! Bu söylemle de içine düştüğü bunalımı, yalnızlık duygusunu anlatır, ozan. Gerçekte dünya ıssız değildir. Herkesin yanında, önünde, ardında insanlar vardır. Ne var ki bu insanlar ölümün acısını Akengin kadar kuvvetli duyumsamazlar. Nişanlısına onun gibi yanmazlar. Ateş düştüğü yeri yakar misali Akengin’i anlayamazlar. Duygu ve düşünce yönüyle yalnızdır, Akengin. Bunu “ıssız dünya” söylemi ile dile getirir. Issız dünya çok eski bir söylemdir. Ta ki Alp Er Tunga sagusunda da geçer: Alp Er Tunga öldi mü? / Issız ajun kaldı mu?”… Nişanlısının ölümüyle büyük bir ruhsal bunalıma sürüklenen Akengin, artık, kendi söylemiyle “çakıl toplayan bir deli” durumuna düşmüştür:
Büyükler başladılar:
Deli! Akıl gerekken çakıl toplayan deli,
Yaldız, yalın, yalaz, akide, akik ve kehribar,
Her şey, bu akşamda senden başka hepsi var
Bursa’da Can’sız yatan yâr!
Son dizede yine “can” sözcüğünün çok anlamlılığı ustaca kurgulanmış: ‘Cansız yatmak’! Bu söz öbeği hem ayrı düşmek, ayrı kalmak, uzak kalmak hem de ölmek anlamlarında kullanılmıştır. Nişanlısının ölümü ile derinden sarsılan, bunalımlara düşen Akengin, Giresun’un iç bölgelerine giderek bir anlamda inzivaya çekilir.
Bu kez seslendiği Karagöl değil annesidir. Kaleme aldığı “Son Dakka” şiirinde, bir anlamda dıştan içe; doğadan öze döner. Anne her şeydir, hem atalar “ana gibi yâr olmaz” dememiş mi? Akengin’in dertlerini, acılarını paylaşacağı, içini dökeceği son kucak, son şefkat sığınağı annesidir. O da öyle yapar:
Tesellin hep kalsın sana,
Bu acılar yetti “C an”a
Öp de beni kana kana
Tezinden ölüm seçeyim
Bekler durur sevdiceğim…
“Kader” denen allak kinci
Çok görürse bir sevinci
Değil oğlun, en genç dinci
Olsa bile direnemez
Anne artık her şeyi sez.
Annesine seslendiği ilk dörtlükte, ‘canına yetmek’ deyimi ile kendisi arasında bir anlam bağı kuruyor. Bunlardan ilki cana yetmek deyimi; ikincisi acı çeken Can’ın ta kendisi. Nişanlısının ölümünden duyduğu acı, üzüntü, sıkıntı artık canına yetmiş; kendisini zor duruma sokmuştur. Ne var ki annesinden teselli edici, avutucu, sakinleştirici konuşmalar yapmasını istemez. Yalnızca bir isteği vardır: “Öp de beni kana kana / Tez elden ölüm seçeyim”. Yaşamayı değil ölümü seçer Akengin; kendisini kara toprak altında bekleyen sevdiğine kavuşmak ister. Bu dizeler beni Abdülhak Hamid’in ölüm temalı şiirinin dizelerine savurur. Hamid, ölen eşi Fatma Hanım üzerinden ölüm gerçeği üzerine kafa yorar. Ölümün sırrını öğrenmek için çırpınır durur. Bu çırpınışlar boşunadır. Bu kez ölen eşine seslenir: “ Çık Fâtıma lâhdden kıyam et / Yâdımdaki haline devam et / Ketmetme bu râzı söyle bir söz / Ben isterim âh öyle bir söz”… Eşi mezardan çıkıp ayağa kalkacak, ölümün râzını (sır, giz) Hamid’e söyleyecek! Sonra da “Bir tatlı bakışla, bir tatlı gülüşle” Hamid’in yaşamına son verecek. Buradaki sesleniş tonu, yumuşaklığı Akengin’in annesine söylediği “Öp beni kana kana” ve “Tez elden ölüm seçeyim” dizelerinde de görülür. Sonuçta ölümün gizini öğrenmek gibi bir düşüncesi olmasa da Akengin, üstat Hamid gibi ölmek, sevdiğine kavuşmak istemektedir.
İkinci dörtlükte, yazgısından (kader) yakınır. Öyle ki yazgısı dönek, aldatıcı ve hilecidir. Sevinci, mutluluğu kendisine çok görmüştür. Artık annesinden her şeyi anlamasını, sezmesini ister. Sonraki dörtlükte yine annesine seslenir; daha doğrusu yalvarır. Anlayış bekler. Beyaz gelin yani nişanlısı topraktadır, kendisi acılı, mutsuz, perişandır. Deliden farkı kalmamıştır. Bunu konusu başka olsa da Sezai Karakoç, “Mona Roza” şiirinde “ben bir deliyim” söylemi ile şiire sokacaktır; Orhan Veli “Deli eder insanı bu dünya!” söylemi ile…
Yalvarırım anne, bana
Açma düğünlerden yana
Ne haldeyim bir baksana
Benden farkı yok delinin
Toprakta beyaz gelinin!..
Son dörtlükte yine annesine seslenir. Tek isteği ölmek; mezarda bir başına yatan sevdiğini yalnız bırakmamak; bir an önce nişanlısına kavuşmaktır. Bu düşüncesini anne üzerinden dile getirir:
Batsın yere adım sanım
Aksın bir tetikte kanım
Başucunda ağlayanım
Bir tek sen ol bari anne
Çok beklettim yâri anne!
Duygulu, acılı bir şiirdir, “Son Dakka”. Sekizli hece ölçüsü üzerine kurgulanmış dörtlüklerden oluşur. Tam uyaklı dizeler, ardından gelen redifler, yinelenen sözcükler, deyimler şiirdeki hem dış ahenge hem de iç ahenge yöneliktir. Doğal bir dil akışı vardır. Söyleyiş kolay ve rahattır. Şiirde en çarpıcı buluş “toprakta beyaz gelin” imgesidir. Beyaz gelinlikler içinde düşlediği nişanlısı ne yazık ki kara topraktadır! Bu, yazgısının genç kıza oynadığı kötü bir oyunudur. Beyaz gelinlik, sevginin, mutluluğun, güzel günlerin, od ocak kurmanın, aile olmanın simgesidir. Beyaz gelinlik giyecek olan genç kız, eşine yakışır; kara toprağa yakışmaz!
Bir şiir tutkunu olduğumu söyleyebilirim. Şiirlere karşı ilgim, merakım ve sevgim hep canlıdır. Şu da bir gerçek ki ağıt şiirler daima içimde acı bir iz, ince bir sızı bırakır. Her okuyuşumda canım sıkılır, içim burkulur. Halk ozanı Kağızmanlı Hıfzı’nın genç yaşta ölen amcakızı için söylediği ağıtın şu sözleri hangi yüreğe işlemez, hangi yüreğe acı düşürmez ki! “Düğününde acı şerbet içildi / Gelinlik esvabın dar mı biçildi / İlikle düğmeni göğsün açıldı / N’oldu kemer beste bellerin hani? // Alışmış kaşların var mı kınası / Ela idi o gözlerin binası / Kocaldı mı on beş yılın sunası / Yok mudur takatin hallerin hani?”…
Yakalandığı ince hastalıktan ölen nişanlısı, Can Akengin’in iç dünyasında derin dalgalanmalar yaratmış; kalbinde onulmaz yaralar açmıştır. Kendi söylemi ile “deli”ye dönmüştür. Bu beklenmedik ölüm Akengin’in yaşamla olan sıcak bağlarını koparmış; sevincini, yaşama arzusunu, mutluluğunu bir çırpıda elinden almış. Artık yaşayan bir ölüdür. Küskündür, mutsuzdur, duygusuzdur, sevgisizdir. Bu zor durumundan kurtulmak, gerçek bir ölü olmak istemektedir. Şiir baştan sona ölüm teması ile yoğrulmuştur. Bu şiir de diğer ağıt şiirler gibi bana acı verir, içimdeki hüzün tellerini titretir.