DİLİNE SIRGAN ÇALMAK
Yine yöresel bir ses, yöresel bir türkü seslendiriyor, televizyonda! Gayda tanıdık. Giresun karşılaması. Ritmik, hareketli… Ekranda zarif, estetik göze hoş gelen figürler… Tam bu sırada bir türkü heveslisi paldır küldür dalıyor gaydanın ortasına… Büyük bir iş başarmış edasıyla nakarata geçiyor:
Bektaş, Kümbet, Dizgine
Ayar yaptın kız yine
Bu ellerime geçsen
Sırgan çalsam diline…
Türküye uydurulmuş sözleri dinliyorum; kan beynime sıçrıyor! Bir yandan “Bağlamam Perde Perde, Altını Bozdurayım, Karşıdan Gel Karşıdan, Oy Giresun Kayıkları, Oy Miralay Miralay” diğer yanda uydurulmuş söz yığını… Şu güzelliğe, şu inceliğe, şu zarafete bakın: Altını bozdurayım / Gerdana dizdireyim / İpek mendil değilsin / Cebimde gezdireyim”… Ne söyleyişte bir takılma, pürüz, tutukluk var ne anlatımda bir yabancılık! Her şey yerli yerinde! Her şey gün gibi berrak! Beşibirlik, yarım, çeyrek gerdana dizilen takılar. Bir değer ölçüsü, her şeyden önce. Geline verilen değerin ve önemin somut bir göstergesi. Türkünün hareketli gaydasına ayrı bir canlılık, sıcaklık veriyor, sözler… Aşkın yürek çarpıntısı her bir sözcük! Diğer iki dize daha da zarif daha da etkili, daha duygulu: İpek mendil değilsin /Cebimde gezdireyim! Bir zamanlar, delikanlıların ceketlerinin yaka cebinde ucu dışarıya çıkmış ipek mendil bulunurmuş. Bu, incelik, nezaket, zarafet simgesiymiş. Sevgili cepte taşınan ipek mendille kıyaslanıyor. Bu ne incelik! Bu ne hoş bir imge! Bu ne kadir kıymet verme, ne yüceltme…
Bir de şu nakaratın sözlerine bakalım: Ne denli zorlama, ne kadar yapmacık; kuru, yavan… Arapça “iyâr” sözcüğünden dilimize gelen ayar; “bir iş ya da davranışta ölçü; değer, derece; saatler için belli bir yere göre kabul edilmiş ölçü; altın, gümüş vb. değerli madenlerin saflık derecesi” anlamlarında kullanılmış. Ayrıca bu sözcükten yeni kavramlar türetilmiş: Ayar etmek, ayar vermek, ayar çekmek, ayar olmak… Deyim anlamı kazanmış bu söz öbeklerine nakaratta kullanıldığı gibi bir de “ayar yapmak” deyimi eklenmiş! Yapmak eylemine bağlanmış ayar sözcüğü. Oysaki bu sözcüğün doğrusu ayar etmek deyimidir. Saati ayar yaptım doğru bir kullanım olmaz! Saati ayar ettim, ya da saatin ayarını yaptım, denir Bir başka söylemle saati ayarladım, denilir. Bu kavram ünlü bir romana ad olmuştur: “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”! Ayar yapmaktan kasıt “düzenlemek, düzene sokmak, çeki düzen vermek” anlamına gelen argo ayar çekmek mi? Bilmiyorum! . Seven, saat mi ki ayar yaptırılsın? Hani, bir zamanlar ileri giden ya da geri kalan kurmalı saatler ustaya götürüp ayarlatılırdı. Sorduklarında “usta saatimin ayarını yaptı” denildiği olurdu. Burada ayar yapmak değil ayarını yapmak deyimi kullanılır. Sözün özü altının, gümüşün nasıl ince ayarı varsa dilin de ince ayarı vardır. Dil de altın, gümüş gibi çok kıymetlidir. Dil düşüncenin mücevheridir. Dilin ayarını bozmaya gelmez. Dilin ayarı bozulursa toplumun ayarı bozulur.
Aynı dörtlükte ikinci büyük dil yanlışı: Dile sırgan çalmak! Yaraya merhem sürmek yerine yaraya merhem çalmak deyimi de kullanılmış. Bilgisizliğimi bağışlayın; ben, dile (ı)sırgan çalmak deyimini hiç duymadım. Bizde, ısırgan otuna, “ı” sesi düşürülerek sırgan deniliyor. Batı Karadeniz’de “dalagan”! Sırgan yakıcı bir ottur. Kol, bacak, el gibi bedenin açık yerlerine dokununca deriyi kabartır, sızlatır, tatlı tatlı kaşındırır. Sahana kaşık çalmak kullanılan bir kavram! Yöremizde sırganın taze sürgünlerinden kuymak gibi koyu yemek yapılır. Mis gibi kokan pişmiş sırgan sahana konulur. Bir elde kaşık diğer elde bir yumruk darbesi ile ezilmiş soğan, sofrada sac üstünde pişmiş mısır ekmeği… Bu arkadaş, “sırgan çalsam diline” derken gaza gelip sahandaki sırgana kaşık çalmayı kastetmiş olabilir mi? Anlayamadım. Diline sırgan çalmak, hiç olmaz! Eskiden yaramazlık yapan çocukları anneleri “ağzına biber sürerim” diye uyarırlardı. Biberin can yakıcı özelliğini bilen çocuk bir anda süt dökmüş kediye dönerdi…
Ağzına bir parmak bal çalmak, dilini eşek arısı sokmak, ağzına biber sürmek ya da çalmak, dili boğazına akmak ya da kaçmak, küçük dilini yutmak… Bunlar kalıplaşmış deyimler. Bunların dışında dile zorlama, uydurma deyimler yüklemek dil bilincinden yoksun olmak anlamına gelir. Eğer türkü, şarkı söyleyerek toplum karşısına çıkarsanız, dili doğru, güzel, etkili kullanmak, dil duyarlılığına önem vermek; bu konuda topluma güzel örnek durumunda olduğunuzu unutmamanız gerekir.
Karşılamada gayda otantik: Coşkulu, hareketli, kıvrak… Ya sözler? Tam bir dil kıyımı:
Serdim denize avu
Ya tutar ya tutamaz
Hani benim demiştin
Vay utanmaz utanmaz!
Japone kol üstüne
Yelek giyersin yelek
Kırarım dallarını
Daha bebeksin bebek…
Daha ilk dizede başlıyor dil yanlışı: Denize avu sermek! Ne demek bu? Böyle bir terim var mı ya da deyim? Bunun doğrusu denize ağ atmak. İpe un sermek deyiminden esinlenerek bu söylem uydurulmuş geliyor bana. Yani boşuna uğraş. Dörtlükte uyak örgüsü hak getire! İkinci ve dördüncü dize sonlarındaki sözcüklerden birinin kökü ‘tut-‘ diğerinin ‘utan-‘. Nerde sözcük kökündeki ses benzeşmesi? Hani uyak? İkinci dörtlükteki ikinci ve dördüncü dize sonlarında yer alan ‘yelek’ ve ‘bebek’ sözcükleri tam uyaklı. Sözümüz yok. Eğer bu arkadaş uyak üzerinde bilgi ve birikim sahibiyse ilk dörtlükteki uyak kırılması, uyak döküntüsü ne? İkinci dörtlükteki sağlam uyak tesadüfen mi kurgulanmış? Bizde güzel bir deyim vardır: Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak!
Türküdeki anlam kargaşası üzerine de sitemlerim var. Sevgi ile denizdeki balık arasında bağ kurulmuş. Balık atılan ağa takılır ya da takılmaz. Sevgi de öyledir demeye getiriyor, söz yazarı. Sevgiyi yüceltiyor mu, hafife mi alıyor anlamak zor. Bir de ardından gelen dize “utanmaz” sözcüğü ile taçlandırılmış. Sevgili söz vermiş ama sözünde durmamış! Öyleyse utanmaz biri olmalı… Nerede “İpek mendil değilsin / cebimde gezdireyim” seslenişi? Nerede nezaket, incelik, zarafet? Nerede gönül okşayan dil? Şu işe bakın: Kırarım dallarını daha bebeksin bebek! Sevgili fidana benzetilmiş. Dallarını kırmak insana kıymak değil mi? Bu ne hoyratlık… Hey dilini arı sokası! Japone kol üstüne yelek giyilmez. Japone kol elbise üstüne yelek giyilir! Duygu allak bullak olmuş; düşünce Arapsaçına dönmüş! Bu kolaycılıktan, taklitten, özentiden özgün bir türkü çıkmaz. Çıksa çıksa “Dam üstünde saksağan / Vur beline kazmayı / Ben böyle türkü derim / Bırak bana kızmayı” türü ruhsuz, kokusuz, renksiz türkülere uydurulan ruhsuz, kokusuz, renksiz sözler çıkar…
Amacım üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil. Bu, yöresel türkü üretme adına onca çirkin örnekten yalnızca biri. Anlayacağınız al birini vur ötekine… Ne yazık ki günümüzde peynir ekmek gibi tüketilen yöresel müzik anlayışı bu! Bilgi, birikim ve tecrübenin itildiği piyasa anlayışının egemen olduğu müzik böyle üretiliyor. Çapsız, çarpık çurpuk… Bu yavanlık, sığlık; bu gelenekten kopukluk mart sisi gibi yayılıyor; mart sisi gibi çekiliyor. Kalıcı bir izi olmuyor, olamıyor.
Düşünceden duyguya; somuttan soyuta akan huzurlu bir nehir karşılama; bir iç coşkunluğu; bir estetik folklor gösterisi… Karşılamaya yeni söz uydurmanın âlemi yok! Otantik haliyle çalınıp söylenmesi en güzeli… Bir de zorlama ile yöresel müzik yapılmaz. Bu konu ile ilgilenen, uğraşan her kimse öze yani halka gitmeli… Arşiv çalışması yapmalı; halk kültürüne kulak vermeli. Eskisi gibi değilse bile halk kültürü yine de özgün türüler oluşturabiliyor.
Müzik ruhun gıdası denilir. Doğrudur. Özgün, düzgün, nitelikli her müzik ruha yeni bir gıdadır. Yöresel müzik adına ortaya çıkıp çalıp çağıranlar müzik adına ağır bir sorumluluk altında olduklarını unutmamalı. İpe sapa gelmez sözlerle güzelim otantik müziğimize kıyılmasın.