YAĞMACA
Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.
Orhan Veli Kanık, böyle sesleniyor “yalnızlık” temalı şiirinde. Bu şiir yalın, kolay, rahat bir dille kaleme alınmış, içtenlikle örülmüş, duygusal bir kurgudur. Şiirde, yalnız yaşamayanların yalnızlığın insanı nasıl içten içe kemiren nasıl can yakan bir duygu olduğunu bilemeyecekleri söyleniyor. Bir cana hasret insanın kendisiyle, aynalarla nasıl konuştuğunu anlatıyor. Yağmaca sözcüğünü nasıl anlatacağımı düşünürken bu şiir düşüverdi, usuma. Yalnızlık ile yağmaca arasında bir bağ kurmaya çabaladım.
Yalnız yaşamayanlar, yalnızlığın insan ruhunda yarattığı ezici sıkıntıyı, acıyı nasıl bilemezlerse bundan kırk, elli sene önce çocukluk, delikanlılık dönemlerini kırsalda yaşamayanlar da ‘yağmaca’nın ne olduğunu öyle bilemezler.
Facebook sitemde bu sözcüğü paylaşıp ne anlama geldiğini sordum. Değişik yanıtlar aldım. Çoğunluk bu sözcüğün talan, zor kullanılarak elde edilen mal, eşya; haksız kazanç anlamlarına geldiğini yazdı. Kendi aralarında tartıştılar. Birkaç kişi bu sözcüğün yarmak eyleminden türetilen ‘yarmaça’ ile ilgili olduğunu dile getirdi. Yeniyetmelerden bilmeyenler olabilir; daha doğrusu yeni yetmeler bilmezler. Odun etmek amaçlı yassı balta ile kesilen ağaç dallarından, budaklarından temizlenip tomruk haline getirilir; sonra tomruklar sivri balta ile yarılarak parçalara ayrılır. Bu parçalardan her birine yarmaça denilir. Yarmaçalar dörtgen biçiminde üst üste dizilerek kurumaya bırakılır. Bunun adı, odun kalesidir. Güzün iri kızılağaçlar kesilir, tomruklanır; yarmaçalar kale kale dizilir, kuruyan odunlar bin bir zahmetle yokuştan yukarı sırtta eve taşınırdı… Benim çocukluk, delikanlılık yılarımda bu işler böyle yürütülürdü. Zordu, zahmetliydi. Şimdilerde ağaç motorları ile çok kolay ve rahat elde ediliyor sobalık odunlar; makaralı çekerlerle yola taşınıyor, oradan arabayla eve. Arada ne fark vardı derseniz; o günleri yaşayan alnı, sırtı terli insanların anlatacakları anıları var bu günleri yaşayanların yavan, kuru, vurdumduymaz yanları…
Sözü daha uzatmadan “yağmaca”ya dönelim. Biri yağlaş ile ilgili olabileceğine vurgu yapmış, bir diğeri ömeç olabilir diye yazmış! Birkaç kişi sıcak mısır ekmeğinden yapılan bir çeşit yiyecek olduğunu dile getirmiş. Evet, doğrusu da budur. Sacda ya da kuzinede pişirilen sıcak mısır ekmeği bakır sahanda tahta kaşıkla ezilir, üzerine bolca tereyağı ve şeker eklenerek iyice karıştırılırdı. Yer sofrasına konulan sahandaki yağmacayı hep birlikte kaşık kaşık zevkle, iştahla yerdik. Kimi evlerde bu karışıma şeker yerine ekşi pekmez (üzüm pekmezi) ya da dut pekmezi konulurdu.
Mısır unu, içinde erimiş tereyağı olan guşanaya (guşgana) konur, üzerine su ve peynir ilave edilerek ocak ateşinde tahta kaşıkla koyulaşıncaya kadar karıştırılarak kaynatılırdı. Mis gibi mısır unu kokardı, mis gibi tereyağı… Analarımızın hünerli elleri böyle yapardı, yağlaşı. Bu sözcük de tıpkı süt ve aş sözcüklerinden türetilen sütlü aş sözcüğünün zamanla sütlaça dönüşmesi gibi ‘yağlı’ ve ‘aş’ sözcüklerinden üretilen yağlı aş da zamanla yağlaş söylemine dönüşmüş. Yağlaşın bir başka adı da kuymaktır, yöremizde.
Ömeç sözcüğünün omaç sözcüğü ile ilgili ilgili olduğunu düşünüyorum. Omaç ((o uzatılarak okunur), sözlükte helva, un çorbası, oğmaç; içine ekmek, peynir bazen de yağ ve pekmez konulup yoğrularak yapılan bir yiyecek olarak tanımlanır. Omaç ya da oğmaç söyleminin yöresel ağızda ses değişikliği ile ömeç ya da öğmeç olarak söylendiği kanısındayım. Kimileri ömeç diyor kimileri yağmaca.
Yağmaca beni gençlik yıllarıma çeker. Birkaç gotluk tarlalar, imeceler, dökümlük ayı… Biçilen tarlalar, sapından koparılan kelle mısırlar, beli bağlanan saplar; sap otlukları, samanlıklar, fırınlar… Fırında kurutulan mısıra, fırın darısı; çötende, açık havada kurutulan mısıra, gün darısı denilirdi. Fırında kurutulan mısır kelleleri ayaklı ya da ayaksız çötede dövülerek tenelenirdi. Güdünelerde kalan birkaç diş darı da el yordamıyla çıkarılırdı.
Yağmacaya, bazı köylerde ‘kaşık kakması’ ya da ‘ekmek ezmesi’ denilmekteydi. Bazı köy ağızlarında yağmaca, ses değişikliğiyle ‘yoğmaca’ olarak söylenirdi. Ne yazık ki günümüzde unutulmaya yüz tutmuş bir sözcük, bu. Dil yaşayan, üreten hatta tüketen bir iletişim aracı. Sözcüklerini kendi dil kuralları ile üretiyor, yaşatıyor; zamanla bunlardan bazısını tüketiyor. Yağ ad kökü önce -la addan eylem yapma ekini alarak yağla-mak eylemine dönüşmüş sonra buna eylemden ad yapan -maca eki getirilerek yağ ile yapılan aş anlamında yağlamaca sözcüğü oluşturulmuş. Sözcükteki -la orta hece eki, zamanla düşerek yağmaca şekline dönüşmüş. Ayrıca bu ekin eylem köküne getirilmesiyle bil-mece, bul- maca, gül-mece vb. sözcükler türetilmiş. Yine yağ ad kökünden türetilmiş yağ-lı, yağ-laş, yağ-cı vb. sözcükler. Hâlâ fırından çıkan sıcak pidenin ortası yarılıp içine bir kaşık tereyağı atılır, üstten koparılan parçalar yağa bandırılarak afiyetle yenilir. İçine peynir konulan pidenin adı, peynirlidir; kıyma konulan pidenin adı kıymalı.
Yoğrulup mayalanan mısır unu, avuç avuç sac üstüne yan yana yamanır, inceltilip biçimlendirilirdi. Bu işlem sırasında sacın ortasında küçük dairesel bir boşluk kalırdı. Boşluğa el kadar küçük bir hamur daha yamanırdı. Eşün ile ekmekler alt üst edilerek közlenmiş ateşte pişirilirdi. Çocukların çok sevdiği, kardeşleriyle paylaşmak istemediği bu küçük ekmeğe “gılik” denilirdi. Dahası, gılik ekmekten yapılan kaşık kakmasına bazı evlerde ‘zumur’ denildiğini dinledim yaşı bir kadından.
Ozan, yazar, bilgin, dram yazarı Alman Friedrich Schiller, “Dil, bir ulusun aynasıdır.” demiş. Öyleyse ağız da dilin yöresel aynasıdır. Yörenin yaşamsal ve kültürel özellikleri en somut, en yalın haliyle ağızlarda yansır. Dolayısıyla ağızlar dilin varsıllığıdır.
Yalnızca günlük konuşma diliyle sınırlı değildir, ağızlar. Halkın duygu ve düşüncelerini yansıtan manilerde, türkülerde, ninnilerde, ağıtlarda, masallarda, öykülerde yöresel ağızlar tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar. Her bölgenin, her yörenin kendine özgü ağız özellikleri vardır. Ağızlardaki bazı sözcükler başka ağızlarda yer almaz. Örneğin dal, budak, çalı, dal odun kesmek için kullanılan kısa saplı, avuç içi büyüklüğünde gagaklı girebi, yalnızca bir yörenin ağzında yer alır. Yüksek dalları eğmek, çekmek için kullanılan ince, uzun gerevu da yöresel ağızın türettiği bir sözcüktür. Yağmaca da öyle! Her üçünün de yakın başka yöre ağızlarındaki karşılıkları farklı olabilir. Ayrıca ağızlardaki bazı sözcükler eğilip bükerek telaffuz edilir. Bizim kırsalda ‘bugün’e bön denilirdi, ‘onunla’ya unine, ‘değirmen’e demen, ‘öğretmen’e örtmen, ‘karşı’ya garşu… Ne yazık ki son yıllarda, bir bir göçen yaşlılarla yöresel ağızlar da göç etti. Güzelim yöresel ağızlarla konuşanlar git gide azaldı. Dolayısıyla ağızların tadı tuzu yok!
Manilerin bizim yöresel ağızdaki adı ‘atma / yakma’ türküdür. Kuşkusuz, doğaçlama söylenen atma/ yakma türküler yerel ağız özelliği taşıyan önemli dil değerleridir. Hani der ya Bedri Rahmi Eyüboğlu “ Ah bu türküler, köy türküleri / Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak / Hilesiz hurdasız, çırılçıplak”… Köy türküleri ya da de atma / yakma türküler, üstadın söylediği gibi mis gibi insan, mis gibi toprak kokarlar. Ninniler de masallar da, öyküler de ağıtlar da öyledir. Dil ırmağında yunmuş yıkanmış ağızlar, kırsalda, insan ve toprak kaynaşmasının, koklaşmasının doğal bir sonucudur. Yöresel kültürün süzme göstergesidir. Şu atma / yakma türküye kulak verelim:
Çeşmenin çanağından
Su içtim gana gana
Yârimin ayrılığu
Ölümden beter bana
Dört dizede, ağız adına neler yok ki! Artık ustaları bulunmayan çanaklı çeşmeler… Kanmak yerine ganmak, ayrılığı yerine ayrılığu söyleyişleri… Ne güzel, ne etkili söylemiş bilge ozan Dağlarca, “Türkçem, benim ses bayrağım”:
Seslenir seni bana “ova”m, “dağ”ım,
Nere gitsem bulur beni arınmış.
Bir çağ ki akar ötelere,
Bir ak… ki yüce atalar, bir al… ki ulu oğullar,
Türkçem, benim ses bayrağım.
Ağızlar da öyle değil mi?